Kazım (Karabekir) Paşa Milli Mücadele tarihimizin önderlerinden olmasına rağmen, Cumhuriyet Tarihimizden adı silinmeye çalışılan önemli şahsiyetlerinden biri, peki ama Kazım (Karabekir) Paşa neden tarih sahnesinden silinmeye çalışılıyor? Birinci Dünya Savaşı'nın son ve Kurtuluş Savaşı'nın ise ilk savaşlarından birini vererek Ermenileri Sevr Anlaşmasında istediği haklardan vazgeçirmiş müstesna komutanlardan biri olan cesur ve bir o kadar da akıllı olan bu komutanı neden silmeye çalışan bir tarih anlayışı ile karşı karşıyayız?
Kazım (Karabekir) Paşa 93 (1877 - 1878) Harbi olarak bilinen Çarlık Rusya'sı ile Osmanlı Devleti arasında yapılan savaş sonrası kaybettiğimiz, Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin ve Batum'u Eylül 1920'de kurtaran ve doğu sınırlarımızı Misak-ı Milli hudutlarına çeken, daha sonra Gümrü'yü de alarak Ermenileri anlaşma yapmaya zorlayan ve Aralık 1920'de ise Gümrü Anlaşmasını yaparak muzaffer olan komutanlarımızdandır.Kazım(Karabekir) Paşa 13 Ekim 1921 tarihinde ise Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan'ın katıldığı Kars Anlaşması ile doğu sınırlarımızdaki soruna o dönem için kesin çöüzümü getirmiştir ve doğudaki sorunları çözdükten sonra Osmanlı'dan kalan son düzenli birliklerimizi ve silahları Batı Cephesine yollayarak Yunanlılar ile yapılan savaşa büyük yardımları dokunmuştur.İşte burada kısaca özetlediğimiz Kazım (Karabekir) Paşa neden tarih kitaplarımızda hakettiği değeri alamamaktadır.Aşağıda Kazım(Karabekir) Paşa'nın "Nutuk ve Karabekir'den Cevaplar" adlı eserinin 12. cildiyle (Emre Yayınları, 1997 Basım) ve Günlükler'inin 2. cildinden (Yapı Kredi Yayınları, 2009 Basım) derlediğim ve sadeleştirğim metinden neden silinmeye çalışılan bir Kazım (Karabekir) Paşa ile karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlayacaksınız.
Dinî ve ahlakî inkılap yapmadan önce hiçbir şey yapmak doğru değildir !
Ankara’da yeni bir hava esmeye başlamıştı. “İslamiyet ilerlemeye engelmiş” Halk Partisi “lâ-dinî ve lâ-ahlâki” (din ve ahlaktan bağımsız) olmalıymış. Türkiye Müslüman kaldıkça Avrupa ve hele İngiltere, sömürgelerinin çoğunun halkı Müslüman olduğundan bize düşman olacaklarmış! Bizimle bu sebeple banş imzalamayacaklarmış.
10 Temmuz 1923 günü Ankara Istasyonu’ndaki özel kalem binasında Halk Partisi tüzüğünü müzakere ettikten sonra Gazi ile başbaşa hasbıhal ettik. Kendisinden hiç beklemediğim bir cümle sarf etti. Dedi ki: “Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar” Daha düne kadar kendisini Hilafet ve Saltanat makamına lâyık gören ve bu hususlarda girişimlerde bulunan, din ve namus lehine türlü sözler söyleyen, hatta Balıkesir’de hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde başımın açık durmasıyla latife eden, fes ve kalpak yerine kumaş başlık giyilmesi teklifimi hoş görmeyen Mustafa Kemal Paşa, yüzüne hayretle baktığımı görünce şu açıklamayı yapmak ihtiyacını duydu: “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar! Böyle kimselerle ülkeyi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce insanların din ve namus anlayışım değiştirmeliyiz. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz! Kalkınma bu şekilde kolay ve çabuk olur”
Gazi'ye şu cevabı verdim: “Nereden, ne maksatla geldiği bilinmeyen ve kendi millî kudretimizle işlenmeyen fikirler, millî bünyemizi sarsar. Tanzimat'ın da bu suretle kurbanı olmadık mı?
Bizi kuvvetle çözemeyenler yaldızlı formüllerle cevherimizi eritebilirler. Savaşla kazandığımızı barıştaki yanlış ve vakitsiz adımlarımızla, daha doğrusu Avrupalılara aldanmakla elimizden kaçırdığımızı onlar pek iyi bilirler. Bunun için bilim ve uzmanlığa saygı göstermek ve bilgili ve karakterli adamlarımızla işlenmemiş fikirleri program diye kabul etmemek, yeniden aldanmamak için tutulacak biricik yoldur.
Kendi millî kurumlarımızda işlenmemiş veya kontrol edilmemiş bayağı fikirlerin uygulanması diğer bir bakımdan da tehlikelidir. Emirle yaptırılacak, yani şiddet uygulanacak demektir. Bu tarz belki itaat edilmesini sağlar, fakat sevgiyi asla! Bu hususta kendi tecrübelerimize dayanarak da diyebilirim ki, itaat görünüştedir ve geçicidir.”
Mustafa Kemal Paşa buna karşılık, “Dinî ve ahlakî inkılap yapmadan önce hiçbir şey yapmak doğru değildir. Bunu da ancak bu ilkeyi kabul edebilecek genç unsurlarla yapabilirim” düşüncesindeydi.
Tartışmamız giderek hararetleniyordu ki, ağırlığımı koymak ve bu gidişi durdurmak için şöyle bir çıkış yaptım: “Dinsiz ve ahlaksız bir millete bu dünyada hayat hakkı olmadığını tarih gösteriyor. Paşam, bu yeni inanç bizi Bolşevikliğe götürür. Hatırlarsanız. Ingilizler de Mütareke’nin ilk zamanlarında bizi Bolşevikliğe teşvik ediyorlardı Demek bizi başka yoldan yine aynı noktaya sürüklemek istiyorlar!"
Bu uyandan sonra sözlerime şöyle devam ettim: “Bunun anlamı açıktır Türkiye’yi Ruslarla paylaşmak. Bu hususta Erzurum’da da aynı fikri açıklamış olduğumu ve daha önce de Amasya ka-rarınıza engel olduğumu hatırlarsınız."
Gazi beni sükûnetle dinledi. Tartışmayı uzatmadı. Anladım ki, yeni bir çevre onu yeni bir havaya çekmek istiyor. Fakat daha kesin kararını vermiş değil.
İslam Terakkiye Engeldir !
18 Temmuz 1923 günü Ankara İstasyonu’ndaki özel kalem binasına gitmiştim. Anayasa (Teşkilat-ı Esasiye) konuşuluyormuş. Tesadüfen girmiş oldum toplantıya. Hâlbuki bana haber verilmeliydi, çünkü çok hayatî bir mesele konuşuluyordu.
İçeride kimler vardı? Tabii Gazi başkanlık ediyordu. İçişleri Bakam Fethi (Okyar), İktisat Bakam Mahmut Esat (Bozkurt), Sosyal Yardımlaşma Bakanı Tevfik Rüştü (Araş), Basın Müdürü Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp vb. toplanmıştı.
Ben geldiğim zaman Anayasa’da “Devletin dini İslam dinidir" ibaresinin kaldırılması hakkında konuşuyorlarmış, önce Tevfik Rüştü şöyle dedi: “Ben kanaatimi millet kürsüsünden dahi haykırırım. Kimseden korkmam.” Ne olduğunu anlamadığımı söyledim ve sordum: “Nedir o kanaat?” Cevap Tevfik Rüştü’den değil, onun solunda ve benim hemen karşımda oturan Mahmut Esat Bey’den geldi. Sert bir tonla, “İslamiyet’in ilerlemeye engel olduğu kanaati! Müslüman kaldıkça yüzümüze kimsenin bakmayacağı kanaati!" diye cevap verdi. Mustafa Kemal Paşa’yı bu sefer de kimlerin, nerelere götürmek istediği görülüyordu. Ben şu müdahalede bulunmak zorunda kaldım:
“İslamiyet’in ilerlemeye engel olduğu iddiası. Avrupalı diplomatların uydurmasıdır. Bu mesele¬yi sonuna kadar tartışabilirim. Fakat tartışmaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, o da din değiştirmek gayretidir. Bence Müslüman kalırsak mahvolmayız, tersine, yaşarız. Hem de yakan ta¬rihteki örneklerinde olduğu gibi itibar görerek yaşarız.”
Bu sefer de Fethi Bey söze karıştı. Gayet bu¬yurgan bir edayla şöyle dedi: “Evet Karabekir, Türkler İslamiyet’i kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar. Müslüman kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmdurlar!"
Gazi başkanlık makamında, Fethi Bey onun so¬lunda oturuyordu. Ben de kapıdan girince hemen onun soluna oturmuştum. Fethi Bey son olarak bana kesin bir cevap verince, ben de başımı sağa çevirerek ona ve aynı zamanda Gazi’ye hitaba başladım:
“İddia ediyorum ki, Türk milleti ne dinsiz olur ne de Hıristiyan. Hakikat budur. Bizi silah kuvve¬tiyle parçalayamayan düşmanlarımız görüyorum ki, artık fikir kuvvetiyle mahvedeceklerdir. Buna müsaade edecek misiniz? Siz ki millete karşı, bizi bu hale getiren sebebin istibdat olduğunu, zafer¬den sonra milletin tamamıyla iradesine sahip ola¬rak yürüyeceğini Millet Meclisi kürsüsünden dahi defalarca haykırdınız. Millet Meclisi’ni tekbirler. salatlar (dualar) arasında açtınız! İslamiyet’in en yüksek din olduğunu hutbelerle de ilan ettiniz! Hepimiz de aynı iman ve kanaatle aynı yoldan yü¬rüdük! Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı mace¬raya atılacağız?”
Mustafa Kemal Paşa sözümü keserek “Müzake¬re çok hararetlendi, burada kesiyorum” diye tartışmayı bitirdi.
Arap oğullarının yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim !
14 Ağustos 1923 akşamı Tük Ocağı’nda verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle göründü. Bakanlardan kimse yoktu. Hayli geç gelen Mustafa Kemal Paşa, bilim heyetinin şimdiye kadarki mesaisiyle ilgili görünmeyerek “Kur’an’ı Türkçeye aynen tercüme ettirmek” arzusunu ortaya attı. Şer’iye Vekili Konya milletvekili Hoca Vehbi Efendi vs. sözüne inandığım bazı zatlar şu bilgiyi vermişlerdi: “Gazi Kur’an-ı Kerim’i bazı İslamiyet aleyhtarı züppelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur’an’ın Arapça okunmasını, namazda bile yasaklayarak bu çeviriyi okutacak! Ve o züppelerle işi alaya boğarak güya Kur’an’ı da, İslamiyet’i de kaldıracaktır. Böyle bir çevre, kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor.”
Aynı akşam bu fikre ayak uyduran bazılarını görünce bu tehlikeli gidişatı önlemek için Mustafa Kemal Paşa’ya şöyle cevap verdim: “Devlet başkanı sıfatıyla din işlerini kurcalamanızın içeride ve dışarıdaki etkileri çok aleyhimize olur ve bize zarar verir. İşi ilgili makamlara bırakmalıyız. Fakat din konusu rastgele şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi, kötü politika zihniyetinin de işi karıştırabileceği göz önünde tutularak, içlerinde Arapçaya ve dinî bilgilere hakkıyla vakıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan oluşan bir kurul toplamalı ve bunların kararma göre tefsir mi, tercüme mi yapmak uygundur, ona göre bunları ha¬rekete geçirmelidir.” Mustafa Kemal Paşa bana şu cevabı verdi: “Din adamlarına ne gerek var, dinlerin tarihi malumdur. (Kur’an’ı) Doğrudan doğruya tercüme edivermeli!”
Bu fikrine şöyle karşılık verdim: “Sömürgeleri Müslümanlarla dolu olan büyük (Batılı) milletler Kur’an’ı kendi siyasî çıkarlarına göre dillerine tercüme ettirmişlerdir. İslam dinine ve Arapçaya hakkıyla vakıf kimselerin bulunmayacağı herhangi bir kurul, tercümeyi mesela Fransızcasından yapabilir. Fakat bence burada eğitim programımızı tespit için toplanmış bulunan bu yüksek kuruldan, vicdanî bir mesele olan din bahsinden değil, pozitif bilim cephesinden yararlanmak hayırlı olur. Kur’an’ın yapılmış tefsirleri var, gerekirse yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa enerjimizi millî kalkınmaya akıtmak daha hayırlı olur.”
Mustafa Kemal Paşa bu beyanlarıma karşı hiddetle içindekini tamamen ortaya döktü ve şöyle dedi: “Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturaca¬ğım! Ta ki, budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!" Orada bulunan Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ve Ruşen Eşref (Onaydın) Beyler işin bir bilim kurulu önünde berbat bir şekle dönüştüğünü görerek, “Paşam, çay hazır, herkes bizi sofrada bekliyor!” diyerek müdahale edip bahsi kapatabildiler. Bizler de özel masadan kalkarak sofraya oturduk, yedik içtik.
Bu değişimin ilhamı Lozan’dan ve İtilaf devletlerinden gelmiş !
Bu kritik günlerden 16 Ağustos’ta ismet Paşa ile de bir görüşmem oldu. Kendisine Gazi’nin tuttuğu yolun yanlış olduğunu açık bir şekilde söyledim. Kamuoyunda yayılan İslamiyet’e yönelik bu kesin değişimle ilgili fikirlerin Lozan’dan geldiği eleştirilerinin muhataplarından olan İsmet Paşa fikrini bana dolaylı yoldan söylemeyi tercih etti.
Ona bakılırsa Macarlar ve Bulgarlar bizimle aynı safta itilaf devletlerine karşı savaştıkları ve aynı şekilde yenildikleri halde, bağımsızlıklarına dokunulmamıştı. Bunun sebebi de doğrudan doğruya Hıristiyan olmalarıydı. Aynı saflarda savaştığımız halde bizim bağımsızlığımızın elimizden alınmasının tek sebebi vardı, o da Müslüman olmamızdı. Biz kendi kuvvetimizle kurtulup bağımsızlığımızı kazansak bile Müslüman kaldıkça sömürgeci devletlerin ve bu arada özellikle İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını ve bağımsızlığımızın daima tehlike altında kalacağını anlattı. Böylece bu değişimin ilhamının Lozan’dan ve İtilaf devletlerinden geldiği açıklık kazanmış oluyordu. Ali Fethi, Tevfik Rüştü, Mahmut Esat Beylerle Mustafa Kemal Paşa’nın Lozan’ın ikinci döneminden itibaren başlayan İslam aleyhtarı söyleminin gerçek adresini tespit etmiş oluyordum.
İsmet Paşa’ya bu düşünceye katılmadığımı şu değerlendirmelerime dayanarak ifade etmek ihtiyacım hissettim: “Böyle bir fikrin doğuracağı hareket, milletin başına yeniden daha korkunç ve daha uğursuz bir istibdat (diktatörlük) yönetimi getirecektir. Daha kazanamadığımız millî neşe kaçacak, nice emeklerle kurulan millî birliğimiz de bozulacaktır! Biz içeride birbirimizi boğarken, bize bu kurtuluş yolunu gösteren politikacılar, yarın “Türkler Hıristiyan oldular” diye bütün İslam dünyasını bizden nefret ettireceklerdir. Bizim değişmemiz, İslam dünyasının ruhunda bizden intikam alma duygusunu uyandıracaktır. Böylece İngilizler ve Fransızlar, Yunan ve Ermeni kuvvetleriyle ulaşamadıkları emellerini, İslam ordularım ve hele Arapları “Salli ala Muhammed !” diye üzerimize saldırtmakla elde etmeye kalkışacaklardır.
Esasen imkânsız olan bir işi yapıyor görünmek bile maddî-manevî bütün kudret kaynaklarımızı mahv ve harap eder. Sonucu almaya bu işi benimseyeceklerin hayatları ve prestijleri yeterli gelmeyeceğinden, kendi elimizle milleti anarşiye sürükleriz. Sonuçta Bolşeviklik akımları arasında mahvolmak veya sömürge olarak bağımsızlığımızı kaybetmek de kaçınılmaz olur.” Sözlerimi kendisini de iğneler tarzda bağladım: “Lozan bize istibdat ve tehlike göndermesin!”
İsmet Paşa dikkatle dinledi. Hiç cevap vermedi. Artık bunu, Mustafa Kemal Paşa’nın arzusuyla yaptığına şüphem kalmamıştı. Nitekim bir süre sonra onu bu arzularından sonsuza kadar uzaklaştıracak bir girişimde bulunmaya mecbur kalacaktım.
Günlerden 19 Ağustos 1923 Pazar'dı. Akşam Mustafa Kemal Paşa ile eşi Latife Hanım bana yemeğe geldiler. O akşam İsmet Paşa ile yine tartıştık. Mustafa Kemal Paşa bizi sessizce dinledi, ilk olarak Fethi Bey grubundan, sonra da Mustafa Kemal Paşa’dan bizzat işittiğim bu yeni inkılap zihniyetini İsmet Paşa bir çırpıda tamamlamış oluyordu. Aradaki zaman boşlukları kendiliğinden ortadan kalkarak bu üç şahsiyetin şu üç maddelik programlan kulaklarımda tekrarlanıyordu:
1) İslamiyet ilerlemeye engeldir. 2) Arap oğlunun yavelerini Türklere öğretmeli. 3) Hocaları toptan kaldırmalı!
Bu birleşik cephe karşısında tek başıma da olsa mücadele etmeye kararlıydım. “Peki ama ne olmak istiyorsunuz?” dedim. “Hıristiyan mı, dinsiz mi?” Ardından cevap vermelerine fırsat düşürmeden devam ettim: “Hıristiyan da, dinsiz de olmaya imkân yok; olsa dahi her iki yol da hem tehlikeli, hem de geridir! Aydın Hıristiyanlık dünyası bilim zihniyetine daha uygun yeni din esasları araştırırken bizim, onların köhne kurumunu benimsememiz hem müthiş tehlikeli, hem de geri bir hareket olur! Hem bir millette duygu birliği, inanç birliği ve çıkar birliği olmazsa yönetenler ile yönetilenler arasında uçurum açılır ve bu uçurum, günün birinde millete mezar da olabilir! Ben her fırsatta söylediğim gibi dinle uğraşmanın bizi daha çok ilerlemekten alıkoyacağı ve daha çok geri götürebileceği kanaatindeyim. Bence dini olduğu gibi kendi haline bırakmalı ve hükümet, ne buna etki yapmalı, ne de etkisi altında kalmalıdır! Biz millî bağımsızlığımız gibi millî özgürlüğümüzü de en kutsal gaye tanımalı ve bunun zevkini bütün millete tattırmalıyız. Bunun için medenî hedeflerimizde süratli olmalı, fakat sosyal gayelerimizde tekâmül yolunu tutmalıyız.”
Sessizce dinlediler. Hiç cevap vermediler. Böylece konu kapandı.
Kazım (Karabekir) Paşa'nın yazdıklarını okuduğumuzda tarih sahnesinden silinen muzaffer bir komutanın neden silindiğini de anlıyoruz aslında, çünkü Kazım (Karabekir) Paşa mevcut gidişatı beğenmemekte, eleştirmekte ve engel olmaya çalışmaktadır ve Kazım Paşa daha sonraları 1926 yılında meşhur İzmir Suikastinden dolayı yargılanacak fakat serbest bırakılacaktır, 1933 yılında ise yazdığı kitap basımevinde basımdan sonra piyasaya çıkmadan yakılacaktır, yani Kazım (Karabekir) Paşa'nın en büyük suçu mevcut düzene muhalif olmaktır.Siz Kazım (Karabekir) Paşamızı unutmayın, sağlıcakla kalın...
Kazım Karabekir Pasa Neden Unutturulmaya Çalısıldı ?
Kazım (Karabekir) Paşa Milli Mücadele tarihimizin önderlerinden olmasına rağmen, Cumhuriyet Tarihimizden adı silinmeye çalışılan önemli şahsiyetlerinden biri, peki ama Kazım (Karabekir) Paşa neden tarih sahnesinden silinmeye çalışılıyor? Birinci Dünya Savaşı'nın son ve Kurtuluş Savaşı'nın ise ilk savaşlarından birini vererek Ermenileri Sevr Anlaşmasında istediği haklardan vazgeçirmiş müstesna komutanlardan biri olan cesur ve bir o kadar da akıllı olan bu komutanı neden silmeye çalışan bir tarih anlayışı ile karşı karşıyayız?Kazım (Karabekir) Paşa 93 (1877 - 1878) Harbi olarak bilinen Çarlık Rusya'sı ile Osmanlı Devleti arasında yapılan savaş sonrası kaybettiğimiz, Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin ve Batum'u Eylül 1920'de kurtaran ve doğu sınırlarımızı Misak-ı Milli hudutlarına çeken, daha sonra Gümrü'yü de alarak Ermenileri anlaşma yapmaya zorlayan ve Aralık 1920'de ise Gümrü Anlaşmasını yaparak muzaffer olan komutanlarımızdandır.Kazım(Karabekir) Paşa 13 Ekim 1921 tarihinde ise Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan'ın katıldığı Kars Anlaşması ile doğu sınırlarımızdaki soruna o dönem için kesin çöüzümü getirmiştir ve doğudaki sorunları çözdükten sonra Osmanlı'dan kalan son düzenli birliklerimizi ve silahları Batı Cephesine yollayarak Yunanlılar ile yapılan savaşa büyük yardımları dokunmuştur.İşte burada kısaca özetlediğimiz Kazım (Karabekir) Paşa neden tarih kitaplarımızda hakettiği değeri alamamaktadır.Aşağıda Kazım(Karabekir) Paşa'nın "Nutuk ve Karabekir'den Cevaplar" adlı eserinin 12. cildiyle (Emre Yayınları, 1997 Basım) ve Günlükler'inin 2. cildinden (Yapı Kredi Yayınları, 2009 Basım) derlediğim ve sadeleştirğim metinden neden silinmeye çalışılan bir Kazım (Karabekir) Paşa ile karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlayacaksınız.
Dinî ve ahlakî inkılap yapmadan önce hiçbir şey yapmak doğru değildir !
Ankara’da yeni bir hava esmeye başlamıştı. “İslamiyet ilerlemeye engelmiş” Halk Partisi “lâ-dinî ve lâ-ahlâki” (din ve ahlaktan bağımsız) olmalıymış. Türkiye Müslüman kaldıkça Avrupa ve hele İngiltere, sömürgelerinin çoğunun halkı Müslüman olduğundan bize düşman olacaklarmış! Bizimle bu sebeple banş imzalamayacaklarmış. 10 Temmuz 1923 günü Ankara Istasyonu’ndaki özel kalem binasında Halk Partisi tüzüğünü müzakere ettikten sonra Gazi ile başbaşa hasbıhal ettik. Kendisinden hiç beklemediğim bir cümle sarf etti. Dedi ki: “Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar” Daha düne kadar kendisini Hilafet ve Saltanat makamına lâyık gören ve bu hususlarda girişimlerde bulunan, din ve namus lehine türlü sözler söyleyen, hatta Balıkesir’de hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde başımın açık durmasıyla latife eden, fes ve kalpak yerine kumaş başlık giyilmesi teklifimi hoş görmeyen Mustafa Kemal Paşa, yüzüne hayretle baktığımı görünce şu açıklamayı yapmak ihtiyacını duydu: “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar! Böyle kimselerle ülkeyi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce insanların din ve namus anlayışım değiştirmeliyiz. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz! Kalkınma bu şekilde kolay ve çabuk olur” Gazi'ye şu cevabı verdim: “Nereden, ne maksatla geldiği bilinmeyen ve kendi millî kudretimizle işlenmeyen fikirler, millî bünyemizi sarsar. Tanzimat'ın da bu suretle kurbanı olmadık mı? Bizi kuvvetle çözemeyenler yaldızlı formüllerle cevherimizi eritebilirler. Savaşla kazandığımızı barıştaki yanlış ve vakitsiz adımlarımızla, daha doğrusu Avrupalılara aldanmakla elimizden kaçırdığımızı onlar pek iyi bilirler. Bunun için bilim ve uzmanlığa saygı göstermek ve bilgili ve karakterli adamlarımızla işlenmemiş fikirleri program diye kabul etmemek, yeniden aldanmamak için tutulacak biricik yoldur. Kendi millî kurumlarımızda işlenmemiş veya kontrol edilmemiş bayağı fikirlerin uygulanması diğer bir bakımdan da tehlikelidir. Emirle yaptırılacak, yani şiddet uygulanacak demektir. Bu tarz belki itaat edilmesini sağlar, fakat sevgiyi asla! Bu hususta kendi tecrübelerimize dayanarak da diyebilirim ki, itaat görünüştedir ve geçicidir.”
Mustafa Kemal Paşa buna karşılık, “Dinî ve ahlakî inkılap yapmadan önce hiçbir şey yapmak doğru değildir. Bunu da ancak bu ilkeyi kabul edebilecek genç unsurlarla yapabilirim” düşüncesindeydi. Tartışmamız giderek hararetleniyordu ki, ağırlığımı koymak ve bu gidişi durdurmak için şöyle bir çıkış yaptım: “Dinsiz ve ahlaksız bir millete bu dünyada hayat hakkı olmadığını tarih gösteriyor. Paşam, bu yeni inanç bizi Bolşevikliğe götürür. Hatırlarsanız. Ingilizler de Mütareke’nin ilk zamanlarında bizi Bolşevikliğe teşvik ediyorlardı Demek bizi başka yoldan yine aynı noktaya sürüklemek istiyorlar!" Bu uyandan sonra sözlerime şöyle devam ettim: “Bunun anlamı açıktır Türkiye’yi Ruslarla paylaşmak. Bu hususta Erzurum’da da aynı fikri açıklamış olduğumu ve daha önce de Amasya ka-rarınıza engel olduğumu hatırlarsınız." Gazi beni sükûnetle dinledi. Tartışmayı uzatmadı. Anladım ki, yeni bir çevre onu yeni bir havaya çekmek istiyor. Fakat daha kesin kararını vermiş değil.
İslam Terakkiye Engeldir !
18 Temmuz 1923 günü Ankara İstasyonu’ndaki özel kalem binasına gitmiştim. Anayasa (Teşkilat-ı Esasiye) konuşuluyormuş. Tesadüfen girmiş oldum toplantıya. Hâlbuki bana haber verilmeliydi, çünkü çok hayatî bir mesele konuşuluyordu. İçeride kimler vardı? Tabii Gazi başkanlık ediyordu. İçişleri Bakam Fethi (Okyar), İktisat Bakam Mahmut Esat (Bozkurt), Sosyal Yardımlaşma Bakanı Tevfik Rüştü (Araş), Basın Müdürü Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp vb. toplanmıştı. Ben geldiğim zaman Anayasa’da “Devletin dini İslam dinidir" ibaresinin kaldırılması hakkında konuşuyorlarmış, önce Tevfik Rüştü şöyle dedi: “Ben kanaatimi millet kürsüsünden dahi haykırırım. Kimseden korkmam.” Ne olduğunu anlamadığımı söyledim ve sordum: “Nedir o kanaat?” Cevap Tevfik Rüştü’den değil, onun solunda ve benim hemen karşımda oturan Mahmut Esat Bey’den geldi. Sert bir tonla, “İslamiyet’in ilerlemeye engel olduğu kanaati! Müslüman kaldıkça yüzümüze kimsenin bakmayacağı kanaati!" diye cevap verdi. Mustafa Kemal Paşa’yı bu sefer de kimlerin, nerelere götürmek istediği görülüyordu. Ben şu müdahalede bulunmak zorunda kaldım:
“İslamiyet’in ilerlemeye engel olduğu iddiası. Avrupalı diplomatların uydurmasıdır. Bu mesele¬yi sonuna kadar tartışabilirim. Fakat tartışmaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, o da din değiştirmek gayretidir. Bence Müslüman kalırsak mahvolmayız, tersine, yaşarız. Hem de yakan ta¬rihteki örneklerinde olduğu gibi itibar görerek yaşarız.” Bu sefer de Fethi Bey söze karıştı. Gayet bu¬yurgan bir edayla şöyle dedi: “Evet Karabekir, Türkler İslamiyet’i kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar. Müslüman kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmdurlar!" Gazi başkanlık makamında, Fethi Bey onun so¬lunda oturuyordu. Ben de kapıdan girince hemen onun soluna oturmuştum. Fethi Bey son olarak bana kesin bir cevap verince, ben de başımı sağa çevirerek ona ve aynı zamanda Gazi’ye hitaba başladım: “İddia ediyorum ki, Türk milleti ne dinsiz olur ne de Hıristiyan. Hakikat budur. Bizi silah kuvve¬tiyle parçalayamayan düşmanlarımız görüyorum ki, artık fikir kuvvetiyle mahvedeceklerdir. Buna müsaade edecek misiniz? Siz ki millete karşı, bizi bu hale getiren sebebin istibdat olduğunu, zafer¬den sonra milletin tamamıyla iradesine sahip ola¬rak yürüyeceğini Millet Meclisi kürsüsünden dahi defalarca haykırdınız. Millet Meclisi’ni tekbirler. salatlar (dualar) arasında açtınız! İslamiyet’in en yüksek din olduğunu hutbelerle de ilan ettiniz! Hepimiz de aynı iman ve kanaatle aynı yoldan yü¬rüdük! Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı mace¬raya atılacağız?” Mustafa Kemal Paşa sözümü keserek “Müzake¬re çok hararetlendi, burada kesiyorum” diye tartışmayı bitirdi.
Arap oğullarının yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim !
14 Ağustos 1923 akşamı Tük Ocağı’nda verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle göründü. Bakanlardan kimse yoktu. Hayli geç gelen Mustafa Kemal Paşa, bilim heyetinin şimdiye kadarki mesaisiyle ilgili görünmeyerek “Kur’an’ı Türkçeye aynen tercüme ettirmek” arzusunu ortaya attı. Şer’iye Vekili Konya milletvekili Hoca Vehbi Efendi vs. sözüne inandığım bazı zatlar şu bilgiyi vermişlerdi: “Gazi Kur’an-ı Kerim’i bazı İslamiyet aleyhtarı züppelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur’an’ın Arapça okunmasını, namazda bile yasaklayarak bu çeviriyi okutacak! Ve o züppelerle işi alaya boğarak güya Kur’an’ı da, İslamiyet’i de kaldıracaktır. Böyle bir çevre, kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor.” Aynı akşam bu fikre ayak uyduran bazılarını görünce bu tehlikeli gidişatı önlemek için Mustafa Kemal Paşa’ya şöyle cevap verdim: “Devlet başkanı sıfatıyla din işlerini kurcalamanızın içeride ve dışarıdaki etkileri çok aleyhimize olur ve bize zarar verir. İşi ilgili makamlara bırakmalıyız. Fakat din konusu rastgele şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi, kötü politika zihniyetinin de işi karıştırabileceği göz önünde tutularak, içlerinde Arapçaya ve dinî bilgilere hakkıyla vakıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan oluşan bir kurul toplamalı ve bunların kararma göre tefsir mi, tercüme mi yapmak uygundur, ona göre bunları ha¬rekete geçirmelidir.” Mustafa Kemal Paşa bana şu cevabı verdi: “Din adamlarına ne gerek var, dinlerin tarihi malumdur. (Kur’an’ı) Doğrudan doğruya tercüme edivermeli!” Bu fikrine şöyle karşılık verdim: “Sömürgeleri Müslümanlarla dolu olan büyük (Batılı) milletler Kur’an’ı kendi siyasî çıkarlarına göre dillerine tercüme ettirmişlerdir. İslam dinine ve Arapçaya hakkıyla vakıf kimselerin bulunmayacağı herhangi bir kurul, tercümeyi mesela Fransızcasından yapabilir. Fakat bence burada eğitim programımızı tespit için toplanmış bulunan bu yüksek kuruldan, vicdanî bir mesele olan din bahsinden değil, pozitif bilim cephesinden yararlanmak hayırlı olur. Kur’an’ın yapılmış tefsirleri var, gerekirse yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa enerjimizi millî kalkınmaya akıtmak daha hayırlı olur.” Mustafa Kemal Paşa bu beyanlarıma karşı hiddetle içindekini tamamen ortaya döktü ve şöyle dedi: “Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturaca¬ğım! Ta ki, budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!" Orada bulunan Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ve Ruşen Eşref (Onaydın) Beyler işin bir bilim kurulu önünde berbat bir şekle dönüştüğünü görerek, “Paşam, çay hazır, herkes bizi sofrada bekliyor!” diyerek müdahale edip bahsi kapatabildiler. Bizler de özel masadan kalkarak sofraya oturduk, yedik içtik.
Bu değişimin ilhamı Lozan’dan ve İtilaf devletlerinden gelmiş !
Bu kritik günlerden 16 Ağustos’ta ismet Paşa ile de bir görüşmem oldu. Kendisine Gazi’nin tuttuğu yolun yanlış olduğunu açık bir şekilde söyledim. Kamuoyunda yayılan İslamiyet’e yönelik bu kesin değişimle ilgili fikirlerin Lozan’dan geldiği eleştirilerinin muhataplarından olan İsmet Paşa fikrini bana dolaylı yoldan söylemeyi tercih etti. Ona bakılırsa Macarlar ve Bulgarlar bizimle aynı safta itilaf devletlerine karşı savaştıkları ve aynı şekilde yenildikleri halde, bağımsızlıklarına dokunulmamıştı. Bunun sebebi de doğrudan doğruya Hıristiyan olmalarıydı. Aynı saflarda savaştığımız halde bizim bağımsızlığımızın elimizden alınmasının tek sebebi vardı, o da Müslüman olmamızdı. Biz kendi kuvvetimizle kurtulup bağımsızlığımızı kazansak bile Müslüman kaldıkça sömürgeci devletlerin ve bu arada özellikle İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını ve bağımsızlığımızın daima tehlike altında kalacağını anlattı. Böylece bu değişimin ilhamının Lozan’dan ve İtilaf devletlerinden geldiği açıklık kazanmış oluyordu. Ali Fethi, Tevfik Rüştü, Mahmut Esat Beylerle Mustafa Kemal Paşa’nın Lozan’ın ikinci döneminden itibaren başlayan İslam aleyhtarı söyleminin gerçek adresini tespit etmiş oluyordum. İsmet Paşa’ya bu düşünceye katılmadığımı şu değerlendirmelerime dayanarak ifade etmek ihtiyacım hissettim: “Böyle bir fikrin doğuracağı hareket, milletin başına yeniden daha korkunç ve daha uğursuz bir istibdat (diktatörlük) yönetimi getirecektir. Daha kazanamadığımız millî neşe kaçacak, nice emeklerle kurulan millî birliğimiz de bozulacaktır! Biz içeride birbirimizi boğarken, bize bu kurtuluş yolunu gösteren politikacılar, yarın “Türkler Hıristiyan oldular” diye bütün İslam dünyasını bizden nefret ettireceklerdir. Bizim değişmemiz, İslam dünyasının ruhunda bizden intikam alma duygusunu uyandıracaktır. Böylece İngilizler ve Fransızlar, Yunan ve Ermeni kuvvetleriyle ulaşamadıkları emellerini, İslam ordularım ve hele Arapları “Salli ala Muhammed !” diye üzerimize saldırtmakla elde etmeye kalkışacaklardır. Esasen imkânsız olan bir işi yapıyor görünmek bile maddî-manevî bütün kudret kaynaklarımızı mahv ve harap eder. Sonucu almaya bu işi benimseyeceklerin hayatları ve prestijleri yeterli gelmeyeceğinden, kendi elimizle milleti anarşiye sürükleriz. Sonuçta Bolşeviklik akımları arasında mahvolmak veya sömürge olarak bağımsızlığımızı kaybetmek de kaçınılmaz olur.” Sözlerimi kendisini de iğneler tarzda bağladım: “Lozan bize istibdat ve tehlike göndermesin!” İsmet Paşa dikkatle dinledi. Hiç cevap vermedi. Artık bunu, Mustafa Kemal Paşa’nın arzusuyla yaptığına şüphem kalmamıştı. Nitekim bir süre sonra onu bu arzularından sonsuza kadar uzaklaştıracak bir girişimde bulunmaya mecbur kalacaktım. Günlerden 19 Ağustos 1923 Pazar'dı. Akşam Mustafa Kemal Paşa ile eşi Latife Hanım bana yemeğe geldiler. O akşam İsmet Paşa ile yine tartıştık. Mustafa Kemal Paşa bizi sessizce dinledi, ilk olarak Fethi Bey grubundan, sonra da Mustafa Kemal Paşa’dan bizzat işittiğim bu yeni inkılap zihniyetini İsmet Paşa bir çırpıda tamamlamış oluyordu. Aradaki zaman boşlukları kendiliğinden ortadan kalkarak bu üç şahsiyetin şu üç maddelik programlan kulaklarımda tekrarlanıyordu:
1) İslamiyet ilerlemeye engeldir. 2) Arap oğlunun yavelerini Türklere öğretmeli. 3) Hocaları toptan kaldırmalı!
Bu birleşik cephe karşısında tek başıma da olsa mücadele etmeye kararlıydım. “Peki ama ne olmak istiyorsunuz?” dedim. “Hıristiyan mı, dinsiz mi?” Ardından cevap vermelerine fırsat düşürmeden devam ettim: “Hıristiyan da, dinsiz de olmaya imkân yok; olsa dahi her iki yol da hem tehlikeli, hem de geridir! Aydın Hıristiyanlık dünyası bilim zihniyetine daha uygun yeni din esasları araştırırken bizim, onların köhne kurumunu benimsememiz hem müthiş tehlikeli, hem de geri bir hareket olur! Hem bir millette duygu birliği, inanç birliği ve çıkar birliği olmazsa yönetenler ile yönetilenler arasında uçurum açılır ve bu uçurum, günün birinde millete mezar da olabilir! Ben her fırsatta söylediğim gibi dinle uğraşmanın bizi daha çok ilerlemekten alıkoyacağı ve daha çok geri götürebileceği kanaatindeyim. Bence dini olduğu gibi kendi haline bırakmalı ve hükümet, ne buna etki yapmalı, ne de etkisi altında kalmalıdır! Biz millî bağımsızlığımız gibi millî özgürlüğümüzü de en kutsal gaye tanımalı ve bunun zevkini bütün millete tattırmalıyız. Bunun için medenî hedeflerimizde süratli olmalı, fakat sosyal gayelerimizde tekâmül yolunu tutmalıyız.” Sessizce dinlediler. Hiç cevap vermediler. Böylece konu kapandı.
Kazım (Karabekir) Paşa'nın yazdıklarını okuduğumuzda tarih sahnesinden silinen muzaffer bir komutanın neden silindiğini de anlıyoruz aslında, çünkü Kazım (Karabekir) Paşa mevcut gidişatı beğenmemekte, eleştirmekte ve engel olmaya çalışmaktadır ve Kazım Paşa daha sonraları 1926 yılında meşhur İzmir Suikastinden dolayı yargılanacak fakat serbest bırakılacaktır, 1933 yılında ise yazdığı kitap basımevinde basımdan sonra piyasaya çıkmadan yakılacaktır, yani Kazım (Karabekir) Paşa'nın en büyük suçu mevcut düzene muhalif olmaktır.Siz Kazım (Karabekir) Paşamızı unutmayın, sağlıcakla kalın...